Gece yolculuğunu severim, geceleri araba kullanmayı daha çok severim. Hele ki İstanbul’da… Bu gece çok sevdiğim bir arkadaşımdan dönüyorum saat gecenin bir saati, navigasyonum (çünkü her an trafik olabilir, dün gece 2:00 da metrobüs köprüden 25 dakikada geçti mesela), müziğim ve sigaramı ayarladıktan sonra keyifli bir İstanbul gezisine daha çıkıyorum. Boş yolda ralli kafasına geçilmiştir şimdi deyip çevreyolundan vazgeçiyorum ve şehir yoluna sürüyorum. Şişli’den Harbiye’ye oradan Tarlabaşı’na uzanan yolu otobüs şoförlerine rağmen seviyorum. Tarlabaşı’ndan Ömer Hayyam’a ve sağda Kasımpaşa manzarasına doğru inerken karşımda duran Haliç’i izlemek çok keyifli. Unkapanı köprüsünün Unkapanı tarafından çıkarken arabanın havada asılı kalma efektine bayılıyorum bir kere , pilavcının ardından kemeri geçince renkli bisiklet dünyası alt geçidinden sonra Gar Gazinosu’na doğru inerken yola atlayan vatandaşların, yaşamı hafife almalarına vitesi düşürerek ortak olmamaya çalışıyor ve şükretmeyi hatırlıyorum. Kasımpaşa Stadyumunun üzerinde bir çevirmeye girdiğim için sahil yoluna dönen geçitte çevirme olacağını sanmıyorum. Fark ediyorum ki polisler artık belirli noktalarda değil belirsiz noktalarda aniden karşınıza çıkıyor ve artık onlar nokta değil trafik lambası gibi her yerdeler. Sarhoş değilse bile geriliyor insan. Ehliyet-ruhsat emri ilk geldiğinde, efferent nöronlar merkezden aldığı impulsları görüyor ama iletemiyor uzuvlara. İkinci çevirmeye girmeden kıvırılıyorum sağdan. Sahil yolunun bu bol şeritli hali sahilin ve yolun keyfini çıkarma şansı veriyor, keyfim yerine geliyor yeniden. En sağdan, müzikle yolu iç içe geçirmiş, beynimin hızına bu kez sinirlenmeden ilerliyorum. Çok şey yaşadım bu yolda, bir keresinde sarı dolmuştan yakarım Romayı deyip hayatımın bir dönemini ele geçirecek olan adamla ineceğimi bilemezdim, bu konuya başka zaman dokunacağız.
Bir sakinlik hakim sanki bu akşam, Yenikapı-Bakırköy sahil yolu boyunca uzanan mekanların, asla çözemediğim müşterileri de yok sanki ortalıklarda. Bakırköy’e kıvrılmadan hemen önceki viraja vardığınızda Ziya Sahne ve Felek Mangalbaşı’nın müşterileri fütursuzca arabalarıyla ya da zar zor bindikleri taksilerle yola atlarlardı, bilirdiniz yavaş giderdiniz. 2012 yılına kadar Regatta, şimdilerde ise Marina Park olan özenti ötesi mekanların ziyaretçileri ve İdo yolcuları tarafından hep katil olmakla sınanırdınız, üst geçidin altında… Bu gece ise 70 in üzerine çıkmadan ama frene de hiç basmadan tüm sahilin tadını çıkardım. Aylardan daha ağustostu ve kimseler yoktu ortalıkta. Tamam pandemi vardı ama buraların sevgilileri pandemiyi pek takmazdı aslında. Anadolu müzikleri çalmıyor, rengi atmış filtreleriyle sahne robotları caddeden geçenleri şaşırtmıyor, saat on ikiyi vurduysa, ki vurmuştu raks eden kadınlar terli vücutlarıyla mekanda dolaşmıyordu.
Ancak Ataköy’ün ikinci sapağına vardığımda anladım, çünkü mekanların hepsi kapalı ya da kiralıktı… Çünkü tüm mekanların önünde yol çalışması vardı ve yalnızca mekanların önünde çalışılsın isteniyordu yol. Çok kullanılıyor ise demek, yalnızca oraları bozulmuştu asfaltın sahil boyunca…
Marinanın karşısında kocaman kocaman çekiçler duruyordu, yargılar gibi bakan farlarıyla dinleniyorlardı benzinliğin önünde. Kehanet dolu filmin açılış sahnesi gibiydi, terkedilen şehirde kadın araba kullanıyor, kadının nasıl hayatta kaldığını henüz bilmiyoruz fakat hayatta kalabilenlerde evlerindeydi ve elektrikleri yoktu. Yaşanan felaket sonrası tedirgindi sanki şehir…. Bende tedirgindim bu arada…Ancak Ataköy’e girdiğim vakit çözüldü dizlerim. Sokakların boşluğu yeniden alışılmışa döndürdü beni.
[devam edecek]