Ataköy’ü bu yüzden sevmişimdir hep, mevsimleri anlıyordunuz. İnsanları iletişimsiz ama eve giden yeşil yol güzeldi. Şimdilerde Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan özellikle Eminönü’ne gelmedikçe karşıya geçmenin imkansız olduğu bu kıyıyı Halkalı’ya kadar karşıya bağlayan Marmaray, evimizin bir blok arkasına kadar gelmişti ama insanların evinin önünden otoparklarını da tren hattına dahil ettikleri için insanlar bir blok öne park etmeye başlamıştı. Öyle ki bir değnekçimiz bile vardı, 5. Kısım çarşıda ki mekanlara ve blokların ortak otoparkına hizmet eden. Evimizin önünde dörtlüleri yakıp park yeri beklerken, elinde Migros poşetiyle birilerini gördüğümüz her an kontağı çevirir olduk ya da umarım o son dubledir diye dua ettik içimizden. Ama yine de şehrin akışından uzaktı. Çiçek ya da kedi kokuyordu ya da maması…

Ferit dolaşıyordu yine ortalıkta. Sarışın, koca kafalı ve etine dolgun Ferit, ön bahçenin ortasında sere serpe yatıyor akşam üstleri esmeye başladığında, harici pek göremiyorum. Agresif ya da umursamaz arasında bir yerde seyrediyor genellikle. Rutinleri var. Zoru seven Süheyla ise bizim çatıda yaşıyor, gün boyu ekmek kavgasında sürtüp bahçedeki çam ağacından tırmanarak yavrularına süt vermeye gidiyor günün sonunda, yeni doğurmuşsa günde bilmem kaç kez. Zamanı geldiğinde bebeleri damdan sallıyor anladığımız, balkonun altında bulduğumuz bir tanesi de onun yavrusuydu sanırım Türkan koymuştum adını, bir dönem bizde yatılı kaldı. Doğan bebeleri de hiç çamdan anası gibi tırmanarak  yuvaya dönerken görmedik. Hiçbirisi bu geleneği sürdürmedi. Şimdilerde Süheyla da yoktu zaten ortalıklarda…Kedi iyidir, iyidir kedi. Karakterlidir, arsızdır ama pembe patiler ortaya çıktı mı kıyamazsınız. Bir şeyleri itekliyorken hem delirir hem gülersiniz. Sonra bir yatar boynunuza yalnızca gülümseme kalır, anneniz yapsa kıyamet koparırsınız ama illa ilk önce götünü koysa da suratınıza, bacağından aşağı çeker sarılıp yatarsınız. İyidir kedi…

Güvenli alanımda her şey normalmiş gibi görünse de yine de ters giden bir şeyler vardı, midemde hissediyordum. Pandeminin hapis yaşamından sonra ulaşım araçlarını kullanmaya başladığımızda sürprizler bekliyordu bizi, Marmaray karşı kıyıyı bize bağlamıştı ama yeterli promile ulaşana kadar beklemiyordu, Taksim’den 24 saat kalkan sarı dolmuşlar artık kalkmıyor, Beşiktaş’tan Taksim’e bile dolmuş dolmuyordu, çünkü yoktu. Metrobüs her zamanki gibi düğün evi kıvamındaydı gece kaç olursa olsun ama sarı dolmuşlar kadar güvenli değildi işte. Gün boyu avm lere girebiliyorduk ama gece 10 oldu mu bir yerden bir yere gidemiyorduk. Taksiler çeyiz parası gibi işliyordu, her bindiğimde bir tabak eksiliyordu masamdan.

Sivri sinekler bile vızıldamıyordu artık, kalleşçe emiyordu. Bir kere de değil, sabaha kadar rock’n roll… Neyse ki en sevdiğim mevsim geliyor. Eylüle’e söz verdiğim gibi yalnızım. Kasımda aşk maşk yok. 2021’i de kutlamayacağım, kimseye güvenmiyorum artık. İyi mi kötü mü olduğunu bilmediğim şeyler yaşandı bu ara, fikrinizi merak ediyorum…

Ben Şaziye, genetik aktarımda en arıza genleri kapmış, alışılmışı es geçmiş, coğrafyasına isyanı bitmeyen bir kadınım. İstanbulla hesaplaşma zamanımız geldi. O mu büyüktü ben mi? O ise neden, ben isem nasıl?

İzninizle.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir